12 Temmuz 2011 Salı

BİYOYAKIT ÜRETİMİ TARIMSAL ÜRÜNLERDEN YOSUNLARA KAYDIRILIYOR

Son zamanlarda petrol fiyatlarındaki artışlar, stokların sınırlılığı, çevreye olumsuz etkileri nedeniyle biyoyakıtlar öne çıkmıştır. Gerek şeker kamışı, mısır, buğday ve diğer tahıllardan elde edilen ETANOL’ün benzinle karışımı biyobenzin ve gerekse kolza ve benzeri yağ bitkilerinden elde edilen yağın dizelle karışımı biyodizel üretimi bitkiye dayalıdır. Başta küresel ısınma sonucu su kaynaklarındaki ve dolayısıyla üretim alanlarındaki ve verimdeki sınırlamalar; var olan doğal kaynakların gıda dışına yani enerjiye yönlendirilmesi gıda fiyatlarının artışlarında tek neden olarak gösterilmiştir.  G-20’lerin biyoyakıt endüstrisinin öne çıktığı ülkelere, desteklerin kaldırılması doğrultusunda yaptığı çağrı, ABD’ce olumlu karşılanmıştır. Buna karşın AB 2020 yılında biyoyakıt kullanım hedefi olan %20 oranından taviz vermeme niyetindedir. AB’nin bu kararında gıda dışı bir biyoyakıt kaynağı su yosunlarının devreye girebilecek olması etkili olmuştur. Özellikle  var olan kaynaklara dokunmadan, çevre dostu enerjiyi sağlayabilen algler, ne ilave üretim alana, ne tatlı suya ve ne de üretimde gerekli gübre – ilaç girdilerine fazlaca gereksinim duymayan bu biyoyakıt kaynağıdır. Alglerin başta ilaç ve fonksiyonel besin endüstrisinin hammaddesi olarak yüzyıllardır kullanıldığı bir gerçek.

Oluşumları milyarlarca yıla dayalı algler çok geniş bir biyoçeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilik içinde; hızlı üreyen, biyoyakıt üretimine uygun olan bir türün yakalanması da doğaldır. Son yıllarda bu konuda yapılan yoğun araştırmalar ticari açıdan meyvelerini vermiş ve 2009 yılında ticari bir üretim tesisi devreye girmiştir. Böyle bir sistemin kurulması için binlerce tür arasından, gelişme hızı ve yağ oranı açısından en uygun genotiplerlerin belirlenmesi ile yola çıkılmıştır. Dünya alg koleksiyonunda bulunan 3000’e yakın genotipin tümünün söz konusu amaca uygun olduğu tabii ki söylenemez. Öne çıkan başlıca popüler iki tür: Neochloris oleoabundans S. Chantanachat & H.C. Bold ve Chlorella pyrenoidosa Chick’dir.

Yosunlardan elde edilen yağın etkin bir şekilde biyodizele dönüştürülmesi sorunu bu zamana kadar çözümlenememişti. Bir New York Şirketi bu soruna metal oksit karışımı katalizör (korozyona dayanıklı fakat aktif kalabilen bir metal formu) ile çözüm getirmiştir. Firmanın bu uygulaması ticari bir diğer uygulama olan methanol-kostik işleminden %40 daha ucuza mal olmaktadır.  Ayrıca klasik yöntemde, biyodizelin saflaştırılma aşamasında kullanılan suyun arıtılma sorunu da henüz çözümlenememiştir.
Bu konuda Türkiye’de neler yapılabilir? Yerli petrol şirketlerinin ARGE birimlerinin bu yönde projelerinin olduğu muhakkak. Diğer taraftan algler konusunda Fen Fakültelerimizin Biyoloji Bölümlerinde çok sayıda uzmanın var olduğu da bir gerçektir. Ülkemiz coğrafyasında kayıtlı ve kayıtsız tüm alg örneklerinin[1] amaca uygun fizyolojik, biyolojik ve moleküler karakterizasyonun yapılacağı güdümlü bir projenin başlatılmasının belki de en uygun zamanı. Hele TÜBİTAK – Teydep’in 1007 sayılı sanayi - üniversite işbirliği projelerinin işin destek kapılarını açtığı günümüzde!
Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz












[1] Şu sırada ABD’de üstünde en çok çalışılan alg materyali Suudi Arabistan çöllerinde Hint asıllı bir Texas Üniversite dokdora öğrencisi tarafından toplanmıştır.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

TRANSGENİK BUĞDAY YAŞAMA GEÇER Mİ?



Pamuk, mısır, soya ve kolzanın transgenik çeşitlerinde yaşanan ekonomik artıları izleyenler, hemen hemen her bitki türü için biyoteknolojiye sarılıyor ve yeni çeşitlerin geliştirilmesi için yatırımlara başlıyorlar. Nitekim papaya, muz patlıcan, lahana, karnabahar, nohut, mısır, bamya, çeltik, sorgum, şekerkamışı, domates gibi bitkilerde virüse, bakterilere, zararlılara, kurağa ve yabancı ot ilacına dayanıklılık konularında birçok ülke transgenik çeşitlerle ilgili ıslah çalışmalarında tescil aşamasına kadar gelmişlerdir. Buradan biyotek ürün ekiliş alanlarının genişlemesi kısa zamanda durmayacağı anlaşılabilir. Transgenik yeni çeşitlerin geliştirilmesinde ülkelerin yarış nedenlerine bir göz atarsak, öncelikle çiftçisini yüksek tohumluk fiyatlarından korumak isteyen Brezilya ve Çin gibi biyotek ürün ekiminde önde giden ülkelerin kamu ağırlıklı araştırma ve geliştirme istekleri öne çıkar.

Söz konusu yarışta “BUĞDAY”ın yer almaması beklenemezdi. Özellikle 2050 yıllarında yıllık bir milyar tonluk tüketimi tahmin edilen bu ürünün (grafik!), tüketim gereksinimini karşılamak için her yıl %2 daha fazla ürün kaldırılması zorunluluğu karşısında, tarım stratejistlerinin adeta sarılacakları yöntemlerin başında biyoteknoloji gelmektedir. Buğdayın 2011 yılı itibarı ile 667 milyon ton üretim, bir o kadar tüketim, 127 milyon ton dış ticaret ve 185 milyon ton da stok mevcudu vardır.
 
Verimi artırma konusunda yapılan çalışmalarda buğday, bir mısır, bir soya seviyesinde performans gösterememiştir. Bu nedenle ekim alanlarında daralmalar yaşanmış ve yaşanmaktadır. Buğday Üretici Birlikleri benzeri STK’larının da desteği ile dünyanın değişik ülkelerinde verimi garantileyecek veya yükseltecek iyileştimeler, biyoteknolojiden yararlanarak transgenik çeşit geliştirme çalışmaları halen sürmektedir. Henüz transgenik bir çeşit tescil edilmemişse de yabancı ot ilacına, hastalıklara, zararlılara dayanıklılıkla ilgili çalışmalar değişik ülkelerde sürdürülmektedir. Çin’de virüse, Avustralya tuza ve kurağa dayanıklı buğday çeşitleri geliştirme projelerinde sona yaklaşmak üzeredirler. Yine bu ülkede proteini yükseltmeye ve azottan daha fazla yararlanmaya yönelik temel ve uygulamalı çalışmalar sürdürülmektedir. Bu ülkede yabancı gen olarak mısır, maya gibi tükettiğimiz ürünler devrededir. CIMMYT  (Uluslar arası mısır ve buğday geliştirme merkezi) arabidopsisten aldıkları genlerle kurağa, soğuğa ve tuzlu koşullara dayanıklı çeşit geliştirme çalışmalarına devam etmektedir. Çölyak hastalığının nedeni gliadini daneden uzaklaştırılmış, yüksek lisin içeren genotiplerin geliştirilmesi ise daha çok ABD üniversitelerince üstlenilmiştir.  İngiltere ise geliştirdiği  “afit”e dayanıklı buğday çeşidinde, biri naneden, diğeri toprak bakterisi ve üçüncüsü de sentetik biyoloji yöntemiyle geliştirilen üç ayrı gen kullanmıştır. Tarla denemeleri aşamasındaki bu proje AB’de de kaygı ile izlenmektedir.
Buğdayın önemi nedeniyle yeni çeşitlerin geliştirilmesinde kamu – özel sektör işbirliğine sıkça rastlanır. Geliştirlen çeşidin bir mısır kadar kar sağlamıyacağı nedeniyle özel sektörün öncelikleri arasında bulunmayan buğdayın, biyoteknolojiden fazla nasip alamamış olmasının bir nedeni de, kendine döllenen bir bitki olmasıdır. Çünkü tohum yenileme her yıl olmayacağı için tohumcu firma her yıl satış yapamayacaktır.
Bu çalışmalar tümüyle buğdayın gen merkezi olmadığı ülkelerde sürdürülmektedir. Günün koşullarına göre, o ülkelerde tescil işlemleri tamamlandığında GDO’lu buğday pazara girecektir. Unun ana ham maddesi olarak buğday, çok sayıda işlenmiş gıda maddesinde kullanılacağı ve iç – dış ticarete konu olacağı için, biyogüvenlik açısından büyük sorunların yaşanacağı kaçınılmaz.
Asıl sorun gen merkezi olan Türkiye ve komşularının olaya yaklaşımı. Bir Irak, bir Suriye örneğin kurağa dayanıklı GDO’lu buğdaya hayır diyemiyebilir. Fakat kendine döllenen bir bitki olmasına rağmen, Türkiye’de transgenik buğdaya izin vermek, biyoçeşitlilik açısından doğru değildir.
Prof Dr. Nazimi Açıkgöz