16 Nisan 2013 Salı

2013 İÇİN DÜNYA TAHIL ÜRETİM TAHMİNLERİ YÜZ GÜLDÜRÜYOR


Başta buğday, mısır ve çeltik olmak üzere tahıllar, dünyada ana besin kaynağı olarak bilinir. Özellikle küresel ısınma, nüfus artışı ve biyoyakıt hammaddesi olarak kullanılmaya başlanması gibi faktörlerin etkisi altında tahılların üretim – tüketim dengelerinde izlenen bazı olumsuzluklar “gıda krizlerinin” ana nedenlerinden biridir.  Sağdaki grafikten de izleneceği gibi üretimdeki düşüşlerin ardından baş gösteren ekonomik krizlerin salt spekülasyonlarla açıklamaya çalışmak ne derece doğrudur? Bütün bunlar bir tarafa, doğrusal artıştaki dünya tahıl tüketimi yarınlarda nasıl karşılanabilecek?  Hemen bazı rahatlatıcı haberlerden bir demet:

Ø      Biyoyakıtlar tahılları devre dışı bırakacak;

Ø      Kurağa dayanıklı mısır çeşitleri devreye giriyor;

Ø      Dünya tahıl stoklarında önemli değişikliklerin yaşanmaması;

Ø      2020’lere doğru her ürüne artan talep, buğdayda düşecek;

Ø      Bazı ürünlerde dekara verim dünya rekorları kırmaya devam ediyor (Çeltik Veriminde Dekara 2,24 Tonluk Dünya Rekoru, http://blog.milliyet.com.tr/gidakrizivebilim).

Buna karşın dünya tahıl üretimini tehdit eden bir seri kısıtla da karşı karşıyayız:

Ø      Avustralya Buğday İhracatçısı Olmaktan Çıkıyor;

Ø      Küresel ısınmanın ayak sesleri duyulmaya başlandı;

Ø      Tarım iş gücündeki yaşlanma yarınki üretim için büyüyen bir tehdit;

Ø      Tarım alanlarının tarım dışına kaydırılması vs.

 
Bu saptamaları bir kenara bırakıp 2013 yılında buğdaydan başlayarak dünya tahıl üretim tahminlerine bir göz atalım.  FAO’nun bir raporuna göre 2013 yılında, bir önceki yıla göre %4,3 lük fazlalıkla 690 milyon ton ürün beklenmektedir. Söz konusu artışta, fiyat yükselmeleri nedeniyle Avrupa’da buğday ekim alanlarının genişlemesi, 2012 yılında kuraklık nedeniyle Rusya’da yaşanan verim düşüklüğünün toparlanması gibi nedenler sıralanabilir. Rusya’nın 2012 buğday hasat tahmini 38 milyon ton iken 2013 tahmini %40 artışla 53 milyon ton olmuştur. Bu iki yıl farkı 2013 için Kazakistan’da %47, Ukrayna’da %23 ve Türkiye’de ise %2 biçimindedir.  AB’deki artış %4,5 olarak tahmin edilirken, iklim koşulları da zaten bu beklentiyi doğrulamaktadır. Çin ve Pakistan da rekor üretim beklentisi içindedirler. Artış yaşayacak bir başka ülke de Arjantin’dir (%24). Fakat başta ABD olmak üzere Hindistan, İran, Mısır ve Özbekistan’da 2013 buğday üretimin bir yıl öncesine göre olumsuz etkileneceği görünmektedir.  

Güney Yarıküre’de başlayan mısır hasadı geçen yıla göre %9’luk bir artışı işaret etmektedir. İkinci ürün ekilişlerinin de devam ettiği Arjantin’de ekim alanı her ne kadar %8 kadar daralmışsa da 2013 yılında rekor bir mısır ürünü beklenmektedir. Aynı doğrultuda bir beklenti de Güney Afrika’da izlenmektedir.

Çeltikte de 2013 yılı için olumlu beklentiler yaşanmaktadır. Asya için bu artış %5, Arjantin için %2 ve Brezilya için %3,7 civarında tahmin edilmektedir. 

Tahılların 2013 yılı üretim tahminleri bu şekilde özetlenirken, bunların stoklarına da bir göz atmakta yarar olsa gerek. 499 milyon ton olarak tahmin edilen dünya tahıl stoku 2012’den %2,7 yani 14 milyon ton daha düşüktür. Buna rağmen söz konusu stoğun tüketime oranı yine de %20’nin üstündedir.

Şimdi 1960’larda 1,37 milyar hektar tarım alanı ile 3,5 milyar insanı besleyen dünyanın, 2010’lara gelindiğinde 1,53 milyar hektar alanda 7 milyar insanı besleyebildiğine şahit oluyoruz. Diğer taraftan 2050’lerde olasılıkla daha da daralacak tarım alanları ile ve özellikle küresel ısınma koşullarında 9 milyar insanı nasıl besleyebileceğini bir ucu açık bir soru olarak herkesin kafasında bir soru olarak beklemektedir. Bu soru, özellikle yarınki tüketicinin daha fazla günlük kalori gereksinimi, tarım kesimindeki yaşlanan nüfus, bitki ıslahı ile birim alandan kaldırılan ürün artışının yıldan yıla düşüşe geçtiği günümüzde daha da önem kazanmaktadır.

Söz konusu soru ülkemiz için sorulduğunda iyimser yanıtlar alınabilir. Arazi toplulaştırmalarından, desteklemeye kadar uzanan idari kararların yönetimlerce titizlikle ele alınacağı varsayılabilir. Fakat bugün tohumculukta da yaşanan o “yarıyol materyali” sağlayacak kuruluş eksikliğinin kapatılması konusuna, yeterli titizliğin gösterildiğini söyleyemeyiz. Yüzlerce kültür bitkisinin, onlarca alternatifi ve çok sayıda mikroekoloji için yeni çeşitlerin geliştirilmesi konusu ulusal bir atılım gerektirmektedir. Üretici birlikleri, tohumculuk camiası, Bakanlık ve Üniversiteleri bir çatı altına toplayacak bir üst birim (Brezilya’daki “EMBRA” örneği) Türkiye’nin her ekoloji için en yüksek verimi veren çeşit ve tohumluk sorununu çözebilecektir.

Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz  

24 Mart 2013 Pazar

ÇELTİK VERİMİNDE DÜNYA REKORU

Bilindiği gibi çeltik, pirinç olarak dünyada en çok tüketilen ve dolayısıyle üretilen tahıllarının başında gelir. O nedenle Dünyada çeltiğin önemi gün geçtikçe artmaktadır. 2020’li yıllarda kişi başına buğday tüketiminin azalacağı, fakat pirinç tüketiminin artacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde de pirinç tüketiminin son 40 yılda kişi başına 2,5 kg’dan 8 kg’a yükseldiği gözlenmiştir. Özellikle dünyanın artan nufusu, küresel ısınma ve diğer birçok neden birlikte düşünülürse, yarınlarda çeltiğin yeterli miktarda ürtilemiyebileceği endişesi doğmaktadır. İşte tam bu aşamada İngiliz “Guardian” gazetesinde yayınlanan bir makalede[1] Hindistan’ın Bihar eyaletinde genç bir üreticinin 2011 yılında SRI projesi (Sysytem Rice Intensification – Çeltik Yetiştiriciliğinde İyileştirme Sistemi) çerçevesinde tarlasından, şahitlerin gözü önünde 50 m2 lik bir alandan 112 kg çeltik hasat ettiğini ele almıştı. Dekara 2,24 ton karşılığı olan bu rakamın bir dünya rekoru olarak tesciline,  daha önce 1,9 ton/da’la rekor sahibi olan Çin’in itiraz ettiği, fakat yine de Hint rekorunun geçerli kabul edildiği, aynı gazetenin sonraki sayılarında tekrar ele alınmıştır. Özellikle açlık sınırı altındaki toplumların ana gıdası olması nedeniyle, kısıtlanma tehdidi altındaki çeltik ekim alanlarından daha yüksek verime gereksinim varken, böylesine bir rekor verim, herkesi sevindirmiş olmalı.

Önce SRI olayına kısaca bir değinelim: 1980’lerde Madagaskar’da başlatılan ve Cornell Üniversitesince[2] dünyaya yayılan bu sistemde; daha az su, gübre ve tohumla üreticinin var olan kaynaklarından yararlanılarak verim artışı sağlanmaktadır. Optimum fide yaşı, sıklığı, uygun kök tacı havalandırılması, yeterli organik gübre uygulaması gibi en uygun agronomik seçenek kombinasyonları verimi %100’e varan ölçüde artırabilmektedir. Nitekim söz konusu rekor ekimde, çeltik fide dikimi standart uygulamaları dışında “25cm”X”25 cm” sıklıkla (m2 ye 16 bitki, normalde m2 12 bitki) ikişer yapraklı dönemde, iki haftalık fidelerin birer birer şaşırtılması biçiminde gerçekleştirilmiştir. Diğer tüm koşulların optimum (yüksek taban suyu, killi-tınlı toprak, nötr pH vs) ve girdilerin en ideal biçimde uygulandığı bu rekor denemesinin başarısı bir sürpriz olmasa gerek. Çünkü rekorun geldiği köyde SRI yöntemleri ile ilgili bilgilendirmelerden sonra diğer üç genç çiftcinin rekor deneme amaçlı çeltik ekimlerinde de 1,8 ve 1,9 ton/da civarında veriler gözlenmiştir. O eyaletin ortalama çeltik verimi ise 0,9 ton/da’dır.

Ne ilginçtir ki  “Guardian” da çıkan haberin ilk satırlarında “ne GDO’yla ve ne de yabancı ot ilacı olmadan” şeklinde giriş yapılırken, metin içinde ne herhangi bir ilaca, ne suni gübreye ne de tohumluğun hibrit olup olmadığına değinilmemiştir. Yazı ile ilgili yorumlarda yazarın, bu bir yıllık rekor olayını SRI yöntemini öne çıkarmak için konuyu manipule ettiği, çünkü rekor olayının hiç te yalnız başına SRI ile açıklanamıyacağına değinilmektedir. İlaveten yorumcu, okura söz konusu makaleden altı ay önce kaleme alınmış orijinal raporun URL’si de vermektedir: http://independentsciencenews.org/wp-content/uploads/2012/11/India-Bihar-Paddy-Record-Yield-SRI.pdf

 
Şimdi bu rapordaki bazı ilave bilgilere bir göz atalım:
Ø      Tohum menşeli hastalıklardan korunmak için 2 g/kg karbendazim;
Ø      80 kg/ha diamonyum fosfat (DAP);
Ø      40 kg/ha potas;
Ø      Azot gereksinimi için parçalı olarak üre;
Ø      400 kg/ha tavuk gübresi;
Ø      100 kg/ ha solucan gübresi;
Ø      40 kg/ha fosfor çözücü bakteri aşılanmış karışım (PSB);
Ø      Mikrobesin olarak 25 kg/ha çinko ağırlıklı yaprak gübre;
Ø      Hektara 1,5 litre yabancı ot ilacı 2,4-D;
Ø      Rekortmen üretici Bayer firmasının hibrit çeltik çeşidi “Arise-6444” ı, diğer üç üretici Syngenta’nın  “6302” numaralı hibrilerini kullanmıştır.

Görüldüğü gibi üretimde, yabancı ot ilacından tohum hastalıkları ilaçlarına, çinko yaprak gübresinden PSP’ye kadar Guardian’da hiç değinilmeyen girdiler kullanılmıştır. Ayrıca ana materyalin bir hibrit oluşu ise adeta dile getirilmek istenmemiştir. Aslında bu durum “rekor” değerinden hiçbir şey kaybettirmeyecektir. Tersine agronomik ve biyoekonomik bulguların kombinasyonuyla maksimum verime ulaşılabileceği yeniden gün ışığına çıkmıştır. Ne var ki böylesine bilimsel bir olayın, bazı kesimlere menfaat sağlamak adına çarpıtılması ve basının buna alet edilmesi etik olmasa gerek.

Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz (https://nacikgoz.wordpress.com)



[1] http://www.guardian.co.uk/global-development/2013/feb/16/india-rice-farmers-revolution

12 Temmuz 2011 Salı

BİYOYAKIT ÜRETİMİ TARIMSAL ÜRÜNLERDEN YOSUNLARA KAYDIRILIYOR

Son zamanlarda petrol fiyatlarındaki artışlar, stokların sınırlılığı, çevreye olumsuz etkileri nedeniyle biyoyakıtlar öne çıkmıştır. Gerek şeker kamışı, mısır, buğday ve diğer tahıllardan elde edilen ETANOL’ün benzinle karışımı biyobenzin ve gerekse kolza ve benzeri yağ bitkilerinden elde edilen yağın dizelle karışımı biyodizel üretimi bitkiye dayalıdır. Başta küresel ısınma sonucu su kaynaklarındaki ve dolayısıyla üretim alanlarındaki ve verimdeki sınırlamalar; var olan doğal kaynakların gıda dışına yani enerjiye yönlendirilmesi gıda fiyatlarının artışlarında tek neden olarak gösterilmiştir.  G-20’lerin biyoyakıt endüstrisinin öne çıktığı ülkelere, desteklerin kaldırılması doğrultusunda yaptığı çağrı, ABD’ce olumlu karşılanmıştır. Buna karşın AB 2020 yılında biyoyakıt kullanım hedefi olan %20 oranından taviz vermeme niyetindedir. AB’nin bu kararında gıda dışı bir biyoyakıt kaynağı su yosunlarının devreye girebilecek olması etkili olmuştur. Özellikle  var olan kaynaklara dokunmadan, çevre dostu enerjiyi sağlayabilen algler, ne ilave üretim alana, ne tatlı suya ve ne de üretimde gerekli gübre – ilaç girdilerine fazlaca gereksinim duymayan bu biyoyakıt kaynağıdır. Alglerin başta ilaç ve fonksiyonel besin endüstrisinin hammaddesi olarak yüzyıllardır kullanıldığı bir gerçek.

Oluşumları milyarlarca yıla dayalı algler çok geniş bir biyoçeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilik içinde; hızlı üreyen, biyoyakıt üretimine uygun olan bir türün yakalanması da doğaldır. Son yıllarda bu konuda yapılan yoğun araştırmalar ticari açıdan meyvelerini vermiş ve 2009 yılında ticari bir üretim tesisi devreye girmiştir. Böyle bir sistemin kurulması için binlerce tür arasından, gelişme hızı ve yağ oranı açısından en uygun genotiplerlerin belirlenmesi ile yola çıkılmıştır. Dünya alg koleksiyonunda bulunan 3000’e yakın genotipin tümünün söz konusu amaca uygun olduğu tabii ki söylenemez. Öne çıkan başlıca popüler iki tür: Neochloris oleoabundans S. Chantanachat & H.C. Bold ve Chlorella pyrenoidosa Chick’dir.

Yosunlardan elde edilen yağın etkin bir şekilde biyodizele dönüştürülmesi sorunu bu zamana kadar çözümlenememişti. Bir New York Şirketi bu soruna metal oksit karışımı katalizör (korozyona dayanıklı fakat aktif kalabilen bir metal formu) ile çözüm getirmiştir. Firmanın bu uygulaması ticari bir diğer uygulama olan methanol-kostik işleminden %40 daha ucuza mal olmaktadır.  Ayrıca klasik yöntemde, biyodizelin saflaştırılma aşamasında kullanılan suyun arıtılma sorunu da henüz çözümlenememiştir.
Bu konuda Türkiye’de neler yapılabilir? Yerli petrol şirketlerinin ARGE birimlerinin bu yönde projelerinin olduğu muhakkak. Diğer taraftan algler konusunda Fen Fakültelerimizin Biyoloji Bölümlerinde çok sayıda uzmanın var olduğu da bir gerçektir. Ülkemiz coğrafyasında kayıtlı ve kayıtsız tüm alg örneklerinin[1] amaca uygun fizyolojik, biyolojik ve moleküler karakterizasyonun yapılacağı güdümlü bir projenin başlatılmasının belki de en uygun zamanı. Hele TÜBİTAK – Teydep’in 1007 sayılı sanayi - üniversite işbirliği projelerinin işin destek kapılarını açtığı günümüzde!
Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz












[1] Şu sırada ABD’de üstünde en çok çalışılan alg materyali Suudi Arabistan çöllerinde Hint asıllı bir Texas Üniversite dokdora öğrencisi tarafından toplanmıştır.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

TRANSGENİK BUĞDAY YAŞAMA GEÇER Mİ?



Pamuk, mısır, soya ve kolzanın transgenik çeşitlerinde yaşanan ekonomik artıları izleyenler, hemen hemen her bitki türü için biyoteknolojiye sarılıyor ve yeni çeşitlerin geliştirilmesi için yatırımlara başlıyorlar. Nitekim papaya, muz patlıcan, lahana, karnabahar, nohut, mısır, bamya, çeltik, sorgum, şekerkamışı, domates gibi bitkilerde virüse, bakterilere, zararlılara, kurağa ve yabancı ot ilacına dayanıklılık konularında birçok ülke transgenik çeşitlerle ilgili ıslah çalışmalarında tescil aşamasına kadar gelmişlerdir. Buradan biyotek ürün ekiliş alanlarının genişlemesi kısa zamanda durmayacağı anlaşılabilir. Transgenik yeni çeşitlerin geliştirilmesinde ülkelerin yarış nedenlerine bir göz atarsak, öncelikle çiftçisini yüksek tohumluk fiyatlarından korumak isteyen Brezilya ve Çin gibi biyotek ürün ekiminde önde giden ülkelerin kamu ağırlıklı araştırma ve geliştirme istekleri öne çıkar.

Söz konusu yarışta “BUĞDAY”ın yer almaması beklenemezdi. Özellikle 2050 yıllarında yıllık bir milyar tonluk tüketimi tahmin edilen bu ürünün (grafik!), tüketim gereksinimini karşılamak için her yıl %2 daha fazla ürün kaldırılması zorunluluğu karşısında, tarım stratejistlerinin adeta sarılacakları yöntemlerin başında biyoteknoloji gelmektedir. Buğdayın 2011 yılı itibarı ile 667 milyon ton üretim, bir o kadar tüketim, 127 milyon ton dış ticaret ve 185 milyon ton da stok mevcudu vardır.
 
Verimi artırma konusunda yapılan çalışmalarda buğday, bir mısır, bir soya seviyesinde performans gösterememiştir. Bu nedenle ekim alanlarında daralmalar yaşanmış ve yaşanmaktadır. Buğday Üretici Birlikleri benzeri STK’larının da desteği ile dünyanın değişik ülkelerinde verimi garantileyecek veya yükseltecek iyileştimeler, biyoteknolojiden yararlanarak transgenik çeşit geliştirme çalışmaları halen sürmektedir. Henüz transgenik bir çeşit tescil edilmemişse de yabancı ot ilacına, hastalıklara, zararlılara dayanıklılıkla ilgili çalışmalar değişik ülkelerde sürdürülmektedir. Çin’de virüse, Avustralya tuza ve kurağa dayanıklı buğday çeşitleri geliştirme projelerinde sona yaklaşmak üzeredirler. Yine bu ülkede proteini yükseltmeye ve azottan daha fazla yararlanmaya yönelik temel ve uygulamalı çalışmalar sürdürülmektedir. Bu ülkede yabancı gen olarak mısır, maya gibi tükettiğimiz ürünler devrededir. CIMMYT  (Uluslar arası mısır ve buğday geliştirme merkezi) arabidopsisten aldıkları genlerle kurağa, soğuğa ve tuzlu koşullara dayanıklı çeşit geliştirme çalışmalarına devam etmektedir. Çölyak hastalığının nedeni gliadini daneden uzaklaştırılmış, yüksek lisin içeren genotiplerin geliştirilmesi ise daha çok ABD üniversitelerince üstlenilmiştir.  İngiltere ise geliştirdiği  “afit”e dayanıklı buğday çeşidinde, biri naneden, diğeri toprak bakterisi ve üçüncüsü de sentetik biyoloji yöntemiyle geliştirilen üç ayrı gen kullanmıştır. Tarla denemeleri aşamasındaki bu proje AB’de de kaygı ile izlenmektedir.
Buğdayın önemi nedeniyle yeni çeşitlerin geliştirilmesinde kamu – özel sektör işbirliğine sıkça rastlanır. Geliştirlen çeşidin bir mısır kadar kar sağlamıyacağı nedeniyle özel sektörün öncelikleri arasında bulunmayan buğdayın, biyoteknolojiden fazla nasip alamamış olmasının bir nedeni de, kendine döllenen bir bitki olmasıdır. Çünkü tohum yenileme her yıl olmayacağı için tohumcu firma her yıl satış yapamayacaktır.
Bu çalışmalar tümüyle buğdayın gen merkezi olmadığı ülkelerde sürdürülmektedir. Günün koşullarına göre, o ülkelerde tescil işlemleri tamamlandığında GDO’lu buğday pazara girecektir. Unun ana ham maddesi olarak buğday, çok sayıda işlenmiş gıda maddesinde kullanılacağı ve iç – dış ticarete konu olacağı için, biyogüvenlik açısından büyük sorunların yaşanacağı kaçınılmaz.
Asıl sorun gen merkezi olan Türkiye ve komşularının olaya yaklaşımı. Bir Irak, bir Suriye örneğin kurağa dayanıklı GDO’lu buğdaya hayır diyemiyebilir. Fakat kendine döllenen bir bitki olmasına rağmen, Türkiye’de transgenik buğdaya izin vermek, biyoçeşitlilik açısından doğru değildir.
Prof Dr. Nazimi Açıkgöz


 
 
 

23 Haziran 2011 Perşembe

TARIMIN ACİL YENİ GENOTİPLERE GEREKSİNİMİ VAR 1:NEDEN GENOTİP GELİŞTİRME ÖNEMLİ?

Son yıllarda “gıda krizi” kavramı oldukça sık kullanılır oldu. Özellikle olumsuz değişen iklim ve ekolojik koşullar karşısında canlıların, özellikle gıda maddesi olarak kullanılmak üzere yetiştirilen bitki ve hayvanların verim ve kalite performanslarının değişeceği daha doğrusu düşeceği bir gerçektir. Her ekolojinin farklı koşulları vardır. Ve her koşulda en iyi performansı o ekolojiye en iyi uyan genotipler – çeşitler gösterir. Bu nedenle ABD firmaları Avrupa koşullarına uygun çeşitleri belirlemek için denemelerle yetinmez, AB ülkelerinde araştırma istasyonları kurarlar.

Şu anda üretilen herhangi bir türe ait herhangi bir çeşidin - genotipin 8 C0 lere varabileceği ön görülen sıcaklık değişimine ayak uydurarak aynı performansı sergileyeceği beklenemez. Yani bugünkü çeşitlerin hiç birisi iklim değişikliklerinde varlıklarını sürdüremeyecektir. Zaten genelde herhangi bir yeni çeşidin 4-5 yılda yerine yenilerinin gelmesi kaçınılmazdır. Yeni hastalık – zararlılara daha dayanıklı veya daha yüksek verim ve kaliteli genotipler eskilerini piyasan uzaklaştırır. Ne var ki yeni çeşitlere monte edilen genler örneğin buğdayda 1970’lerde yılda %4 civarındaki performans artışı  sağlarken, 2000’lere gelindiğinde bu performans % 1’lerin altına düşmüştür (Şekil). Buradan, yararlanılacak genlerin tükenme noktasına doğru gittiği anlaşılmalıdır. İşte bizleri asıl düşündüren bu olmalıdır. Yarının genlerini nereden bulacağız? Dolayısıyla daralan ekim alanları ile yeterli üretimim sağlanamama olasılığının yanında, artan nüfusun gıda gereksinimi karşılayacak arayışlara acilen başlanmalıdır.     
Yeni genler, bunları yeni çeşitlere aktaracak ıslahçı kuruluşların, tohumculuk firmalarının fonksiyonları konusunda toplumun bilinçlenmesi sağlanmasıdır. Bu konu aslında farkındalık yaratma kapsamında, ileriye dönük projeksiyonlar için üretici, tohumcu, politikacı, bürokrat, bilim adamı yani tüm kamu oyunun bilinçlendirilmesi zorunludur.
AB ülkelerinde 1980’lerde bu konu gündeme geldiğinde; üreticisinden, ihracatçısına tüm paydaşlar bir araya gelerek, öncelikle kendine döllenen bitkilerde çalışan tohumculuk sektörünün geleceği için 25 yıllık bir süre için tohumculuk firmalarının desteklenme kararını almışlardır. Başta vergi olmak üzere yapılan yasal düzenlemelerle kredi, bilimsel danışman, uzman, ekipman desteği verilerek bu gün o ülkeler dünya tohumculuğunda söz sahibi olmuştur.
Gerek bitkisel ve gerekse hayvansal üretimde “gen” kavramının gittikçe öne çıktığı çağımızda, konuya ikinci bir açıdan bakmak durumundayız. “Bitki Islahçı Hakları Yasası”nın yürürlüğe girmesiyle, üretimini yapmakta olduğumuz yurt dışı kaynaklı bitki çeşitleri için yabancılara royalite (ıslahçı hakkı) ödenmesi gerekmektedir.  Yarınlarda meyvelerimizi – sebzelerimizi royalite ödemeden üretemeyeceğimizi kaç kişi bilmektedir. Royalitesi ödenmemiş çeşitlerimizin ihracatları aşamasında sınırlardan döndüğünü de belki pek duyan olmamıştır. Yani Türkiye, yarın gereksinim duyacağı çeşitleri kendi bünyesinde geliştirmek zorundadır.
Tohumculukta çeşidin önemi büyüktür. Çünkü tohumu aslında çeşidin performansı sattırır. İsim yapmış bir çeşidin getirisi çok fazla olur. Ülkemiz tohumculuk stratejilerini buna göre geliştirmek zorundadır. Türkiye’nin; özellikle mısır, ayçiçeği ve bazı sebze türlerinde sürekli yeni çeşitleri yani yeni teknolojiyi transfer eden bir ülke olduğu gerçektir. Fakat son yıllarda geliştirilen yerli çeşitlerin ihracatına dahi başlanmıştır. Yerli tohumculuğumuzun gelişmesi ile yurt dışında araştırma sonucu bulunmuş yeni çeşitlere ödenen ıslahçı hakları ücretlerinin yurtta kalmasını sağlayacak, ayrıca yurt dışından da ıslahçı hakların bedellerin ülkeye girişini sağlayacaktır. O halde: TÜRKİYE KENDİ ÇEŞİTLERİNİ KENDİ GELİŞTİRMEK ZORUNDADIR.  
 Dr. Nazimi Açıkgöz (http://yariningidasorunlari.blogspot.com)

12 Haziran 2011 Pazar

DÜNYA YARINKİ NÜFUSU BESLEYEBİLECEK Mİ?

Artan nüfus, olumsuz değişen iklim, sınırları zorlayan enerji ve gen kaynakları karşısında insanoğlu yarınından endişelenmeye başlamıştır. Zaman zaman dünya gıda krizi dile getirilmekte, özellikle sivil toplum örgütlerince yönetici ve politikacılara “acil önlem” çağrıları yapılmaktadır.

Dünya Bankasınca da açıklandığı gibi, tarımsal ürün fiyatlarındaki artışın 44 milyon insanı aşırı yoksulluğa ittiği bir gerçek. Hatta 2008'de 30 ülkede gıda isyanlarının patlak verdiği hala hafızalardadır. Bu yılki ayaklanmalarda da asıl neden her ne kadar politik ağırlıklı ise de gıda fiyatlarındaki yükselmelerin olayın asıl tetikçisi olduğu yadsınamaz. BM Gıda ve Tarım Örgütü Mozambik, Uganda, Nijer ve Somali'nin, yanı sıra Asya'da Kırgızistan ve Tacikistan, Latin Amerika'da Haiti, Guatemala, Bolivya ve Honduras'ın artan gıda fiyatlarından dolayı istikrarsızlığa son derece açık olduğu uyarısında bulunuyor. Bazı ülkeler gıda stokluyor. Bazıları tarımsal ihracat yasakları getiriyor.

İklim değişikliğinin su, gıda, sağlık, üretim alanlarını ve çevreyi tehdit edeceği bir gerçek.  Bu konuda herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde, önümüzdeki 50 yılda, 5-8 derecelik bir artış endişesi hâkim. Sıcak dalgası, sel, fırtına, buzulların erimesi gibi değişimlerin, özellikle tarımsal üretim alanlarını büyük ölçüde daraltacaktır. Artan nüfus, daha fazla günlük kalori gereksinimi gibi beklentileri de bu kısıtlara ekleyecek olursak, insanlığın kendi geleceği için bu konuda en küçük fırsatı değerlendirmesi beklenmektedir.
·        Daralacak üretim alanlarından artan nüfusu besleyecek,  fazla ürünü nasıl sağlayacağız?
·        Tarımın sera gazların artması veya eksilmesinde katkısı yönlendirilebilir mi?
·        İklim değişikliği ile oluşan koşullara uyabilen yeni çeşitleri geliştirilmesi olası mı?

·       Daralacak üretim alanlarından artan nüfusu besleyecek  fazla ürünü nasıl sağlayacağız? Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Bir hektar 1950’lı yıllarda 2 kişiyi, 1999’lu yıllarda 4 kişiyi doyururken, 2025’li yıllarda da 5 kişiye gıda sağlamak zorundadır.

·        Önce tarımın sera gazlarının artmasındaki rolüne bir göz atalım: Toplam sera gazı salınımının %25’inin tarımsal kaynakı olduğu tahmin edilmektedir. Bunun minimize edilmesinde değişik tarım sistemlerinin farklı katkıları sıralanabilir. En başta minimum toprak işleme tekniği olan “anıza ekim”le daha az toprak işleme ve dolayısıyla daha az yakıt ve insektisit kullanım fırsatı yakalanmıştır. Bütün bunlar topraktaki karbonun oksitlenerek CO2 olarak sera gazına dönüşmesini azaltan faktörlerdir. İşte biyotek bitkilerin tarımı ile, örneğin yabancı ot ilacına dayanıklı soyanın anıza ekimi ile dünyada son on yılda 83,179 milyon tonluk CO2 karşılık topraktaki organik karbon kurtarılmıştır. Anıza ekimin beraberinde gelen bir diğer olay da toprağın işlenmemesi nedeniyle oluşacak fosil yakıt tasarrufudur. Bilindiği gibi sera gazı kaynaklarından biri de fosil yakıtlardır. Bir araştırmaya göre son on yılda biyotek tarımın sağladığı 2500 tonluk yakıt tasarrufu ile 7000 tonluk CO2 ‘in atmosfere karışması önlenmiştir. Yine, biyotek çeşitlerin ekimi ile daha az insektisitin kullanımı ve dolayısıyle fosil yakıt tasarrufu yanında çevre kirlenmesinin de önüne geçilmiştir.

 ·        İklim değişikliği ile oluşan koşullara uyabilen yeni çeşitleri geliştirilmesinde biyoteknolojinin nasıl  olacak? Bir kilo çeltik için ortalma 5000 litre, bir kilo mısır için ise 630 litre su gerekir. Bu rakamlarda doğal olarak bir varyasyon beklenmelidir. Bu varyasyondan yararlanlanarak daha az su  ile aynı kuru madde oluşturan çeşitler geliştirilebilir.

- Şu anda ABD’de tescil işlemleri devam eden kurağa dayanıklı mısır çeşit adayları kavramın teoride kalmadığını gösteriyor.

- Kurağın çok önem kazandığı Afrika, bu amaca yölnelik değişik araştırma modelleri ile adeta dünyaya örnek oluşturuyor. African Agriculture Technology Foundation (AATF)’un The Water Efficient Maize for Africa (WEMA) projesi ile çiftçiye ıslahçı hakkı ödemeden kurağa dayanıklı mısır çeşitleri geliştirmeğe başlamıştır.

- Diğer taraftan Mısır’lı araştırıcılar kurağa dayanıklı buğday genotiplerini tarla koşullarında denemeye başladılar bile.

- Yine Hindistan’ın “Rice Research Institute” (CRRI) kuruluşu sadece yağmurla sulanan koşullar için kurağa dayanıklı çeltik çeşitleri geliştirdi.

Bütün bu değerlendirmelere göre, artan nüfus, olumsuz değişen iklim, sınırları zorlayan enerji ve gen kaynakları karşısında insanoğlunun elinde var olan bilimsel seçeneklerden yararlanarak olası gıda krizleri atlatabileceği beklenebilir.

Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz